"Sürekli hikaye anlatan insanlar hikaye olur."
http://www.youtube.com/watch?v=xr_DgBlHLiM

6.

Arabasına park yeri ararken bir yandan da kendine küfürler savuruyordu. Kötü alışkanlıkları içindi tüm bu küfürler. Özellikle uyku için. Bundan kötü alışkanlık mı olurdu? Takıntılıydı üstelik bir de. Gerekli şeyleri hep sağında taşırdı. Kalbini de bu yüzden sağına aldırmıştı. Sonunda park edebilmişti arabasını. Dükkan önü gibiydi biraz burası da gerçi, içine sinmemişti. Her neyse, hiçbir zaman içine sinmezdi zaten. O yüzden arabanın kapısını sol eliyle kapattı. Uzağa parketmek zorunda kalmıştı bugün. Bu yüzden arabadan inerken yanına taşıyabileceği kadar umut aldı. Bilirsiniz, her adımda ağırlaşır onlar. İki adımda bir düşünmeye çalışıyordu. Yoksa gidene kadar yorulacaktı. Bir aralık gözleri yolda çiçek satan kıza takıldı. O an anlam veremediği bir şekilde gözleri buluşsun istedi. Adımlarının ritmini değiştiremezdi. Bazı şeyler isteklerimiz doğrultusunda gerçekleşmezdi, iyi bilirdi bunu. kızdan biraz daha biraz daha uzaklaştı. Gözlerini yakalayamamıştı. Dönerken daha dikkatli bakmak için söz verdi kendine. Karşısındaki tanıdık binayı görünce gülümsemek istedi. Ama ciddi bir adamdı. Gülerse yüzünün dengesi bozulabilir, dudaklarının kenarlarında yaşayan yaşlı çift yüzünden kayıp gidebilirdi. Biraz hızlandı, çünkü umudun birazını kıza harcamıştı. Geri kalansa anca yeterdi. Tanıdık ve gülünç binaya girdi. Patronun odasına yöneldi. Koridorda selamlaştığı saate göre toplantı çoktan sona ermiş olmalıydı. Kahretsin, kovulacağım... Patronun odaları genişti. Bazen onu bulabilmek için dakikalar harcamanız gerekebilirdi. Bu defa ilk girdiği odada buldu onu. Fakat tahmin ettiği gibi suratına bile bakmıyordu. Patronun yanındaki yardımcılardan biri ona bir zarf uzattı. Zarfa alelacele özel eşyaları tıkıştırılmıştı. Toplam 541 iş günü ve 541 anı vardı zarfta. Tazminatını nereden alacağını biliyordu. Hiçbir şey demeden yola koyuldu. Çıkarken umutlarını da patronun odasındaki portmantoya astı. Tazminatı iki küp şekerle bir avuç buğdaydı. Aklına yine kız geldi. Kalbi sağına geçtiğinden beri ilk defa bu kadar hızlı çarpıyordu. Kızın yanına geldiğinde direk gözlerinin içine baktı. Ta içine. Ama kızın bakışları onu yalayıp geçiyordu. Sanki saydam bir cisimdi. Bir an buna inanası geldi. Fakat iki saniye sonra aptalca buldu bu fikri. Kızın tam karşısına oturdu. Çiçeklerin önüne. Elinde kesme şekerleriyle. Kız bir türlü ona bakmıyordu. Ona doğru baktığı kısa zaman aralıklarındaysa sanki onu görmüyordu. Saatler geçti. Akşam oluyordu artık, gitmesi gerekliydi. Yarın dedi, yarın beni göreceksin.
Ertesi sabah adam, mutlu bir şekilde uyandı. Hayatındaki tüm aksiliklere rağmen. Tüm kötü alışkanlıkları onu terketmişti sanki. Evi 4 bininci kattaydı. Ama o sabah asansör yerine merdiveni tercih etti. Önceki günkü yere geldiğinde kız henüz gelmemişti. Bekledi. Bekledi. Bekledi. Saatler geçti. Sonunda kız geldi. Elinde bir sopa vardı. Uzaktan bakınca bunun bir tasma olabileceğini düşünmüştü. Hayır, değildi. Bacağı aksıyor olsaydı eğer bir değnek de olabilirdi ama hayır, bu da değildi. Yaklaştıkça her şey netleşti. Kız göremiyordu. Geldi ve karşısına oturdu. Sorun değil bu, diye düşündü. Varlığını hissedene kadar bekleyecekti. Hiç ses çıkarmadan. Çünkü ancak o zaman değer verebilirdi. Böylece uzun zaman geçti. Ne kadar olduğunu adam da bilmiyordu. Her gün en güzel kıyafetleriyle aynı yerde karşısında oturuyordu kızın. Onu daha iyi tanıyordu artık. Adı Anabel'di. Yaşlı bir adam bir keresinde ona böyle seslenmişti. Ve bazen küçük bir çocuk gelip onu alıyordu. Kardeşi olmalıydı bu. Bir gün yine karşısında oturmuş kızı incelerken kızın gülümsediğini farketti. İlk kez gülümsediğini görüyordu. Biraz kıskandı bu gülüşü. Onun için olmadığı besbelliydi ne de olsa. Kızın gülüşü giderek yüzüne yayıldı. Elini adama doğru uzattı. Şaşırmıştı. Kalktı ve uzatılan ele dokundu. Biraz ürkekçe. Kız parmaklarını adamın avuçlarında gezdirdi. Yüzünde karamsar bir ifade belirmişti kızın.
-Sen görebiliyorsun.
Adam cevap vermedi. İçin için korkuyordu bunu sorun etmesinden. 
-Kalkmama yardım et.
Denileni yaptı. Beline doladı elini ve yol boyunca yürüdüler. Kız durmadan konuşuyordu. Her kelimesiyle de adamın kalp ritmi biraz daha artıyordu. 
-İkinin bir olması için eşitlik gerekir, dedi bu defa kız. Adam artık kendini tutamayarak:
-Neden böyle düşünüyorsunuz? dedi.
-Sadece ben değil herkes böyle düşünür.
Adam kızı kolundan tutup karanlık bir yere götürdü.
-Şimdi eşitiz öyleyse, dedi.
Kız tatmin olmuşa benzemiyordu.
-Yalnızca burada, evet. Ama buradan çıktığımızda güneş tüm parlaklığıyla yolunuzu aydınlatmaya devam edecek.
Adam haksızlığa uğramış hissediyordu, öfkelendi. Kızın orada bırakıp hızla uzaklaştı. Güneşi söndürmeliydi. Ama nasıl?! Yolda yürürken aklından sayısız fikir geçti. Ertesi sabah kendisine bir kızak aldı. 3 baykuş çekiyordu kızağı. Sağa oturdu. Aksilik çıksın istemiyordu. Baykuşların her kanat çırpışıyla daha da yükseldi ve sonunda güneşe ulaştı. Sağ cebinden çıkardığı örtüyle güneşi örttü. Dönüşte yolunu bulabilmek için de güneşten bir parça koparmayı ihmal etmedi. Elinde güneşi taşıyan adam, kızağına atladı ve geri döndü. Kızı bulduğundaysa elindeki son parçaya üfleyip onu söndürdü.
-Artık eşitiz işte.
Ama böyle söylerken bile biliyordu, asla bir olamayacaklarını.