"Sürekli hikaye anlatan insanlar hikaye olur."
http://www.youtube.com/watch?v=xr_DgBlHLiM

5.

Telefonun alarmı olarak ayarladığım şarkı çoktan yarısını geçmiş, yine de inatla uyanmam için çalmaya devam ediyor. Uyanıyorum. Her zamanki gibi geç kalmışım. "Boşver." diyor içimdeki. "Gitme bugün." 
"Hayır." diyorum, "Olmaz. Gitmeliyim." 
Kalkıyorum.
Her sabah yaptığım rutin şeyleri tekrarlıyorum.Çıkıyorum. 
Yaşadığım yer çok büyük bi yer sayılmaz. O yüzden insan yüzleri tanıdık gelir hep. Bu sabah öyle gelmiyor. Biraz daha ayılabilmek için bir sonraki durağa kadar yürüyorum.
Karşımdaki kediye bakıyorum. Bakışlarıma karşılık o da bana dikiyor gözlerini. Yeşilini sevmem. Bu sabah öyle olmuyor. Hoşuma gidiyorlar. 
Minibüs geliyor. Biniyorum. 
"Her sabah bu saatlerde dolu olur." diye düşünüyorum boş arabaya bakarak. Şoföre parayı uzatıyorum. Adam aynadan bana bakıyor. Dedim ya, burası pek büyük bir yer sayılmaz. O yüzden şoförlerin yüzleri tanıdık gelir hep. Bu defa öyle olmuyor. Aynadaki adam yabancı geliyor. 
En arkaya geçiyorum. Yolun akıp gidişini izliyorum. Tanıdığım yollar o an bana çok yabancı görünüyorlar. 
Okula geliyorum. Müdür yardımcısı etrafta görünmüyor. Şaşırıyorum. Bu sabah azar işitmeyecek oluşuma sevinerek sınıfa çıkıyorum. Sınıfınızdaki insanları tanırsınız. Bu defa öyle olmuyor. Her birinin yerinde tanımadığım insanlar oturuyor. 
Özür dilemek için hocaya bakıyorum. Tanımıyorum. 
Omuz silkip sırama geçiyorum. Yalnız oturuyorum. İnsanlar konuşuyor. Hiçbirini duymuyorum. Hala aklımda uyku var. "Biraz daha uyuyabilseydim…" diye düşünüyorum.
Arkamda oturan yabancı insana bakıyorum. Gülümsüyor, gülümsüyorum. Sonra sıramı biraz daha öne çekiyor, ondan uzaklaşıyorum. Biliyorum ki gülücüklerinin altında gizli hançerleri ve saplamak için fırsat kolluyor. Aldırmıyorum. 
Saat 9:10. Tahtadaki kadına bakıyorum. Genelde incelerim. Bu defa öyle yapmıyorum. Saate bakıyorum. Hala 9:10. Sıkılıyorum. Sonunda zil çalıyor. Hala aklımda uyku var. Yüzümü yıkayıp ayılabilmek için tuvalete çıkıyorum. Aynaya baktığınızda, karşınızdaki yüz size yabancı gelmez. Bu sabah öyle olmuyor. Ötekileşiyorum.

4.

Benim kadar çok hayal kuran ve aynı zamanda benim kadar gerçekçi olabilen biri daha yoktur, ciddiyim. Gerçek hayatta ne kadar realistsem, yalnız kaldığımda da o kadar hayalperestim. Tabi beni tanıyanlar hayalperest yanımı pek farkedemezler, bu yüzden daha çok güçlü görünürüm onlara. Ama aslında boğazıma kadar işlemlere, problemlere ve formüllere gömülmüş de olsam, hayal kurabilirim ben. Çarpma işlemi yaparken, tüm bu düzenden sıkılan bir 8 ayaklanabilir ve isyan çıkarabilir mesela. Sonra Matematik İmparatorluğu büyük bir çöküş dönemine girer falan. Ve hatta iyi bir çocuk olursanız, siz de bir gün beni kalemimi alıp soruların başına oturmuş bir şekilde zor bir soruyu azarlarken görebilir ve halime gülebilirsiniz.

Neyin nasıl olması gerektiğinin bir önemi yok. Kural yok, zorunluluk yok, imkansızlık yok. Neyi nasıl istiyorsam öyle yapabilirim. Hayal kurarken bu güce sahibim, hepimiz sahibiz. Taşrada sıradan bir hayatı olan çiftçinin karısı da olabilirim, civarın en güzel ve beğenilen kızı da. Ya da kraliçe olurum ve geri kalan herkes de kölem. Sınırlama yok. Hayalin gelişmesini sağlayan da bu aslında. Sadece akışına bırakmak.

Her gece, herkes uyuduktan sonra gökyüzünden pencereme altından bir ip merdiven iner. Siz görmezsiniz ama ben bulutlara çıkarım. Ay'la yeşil çay içeriz. Aramızda kalsın ama biraz dırdırcı biri. Bütün gece bana bağırsak problemlerinden ve hala evlendiremediği oğlundan bahseder. Çok çapkın ve son derece yakışıklı biriymiş dediğine göre. Ama ben bunlara inanmıyorum. Öyle olsaydı çoktan 4.ye falan evlenirdi. Yine de onun yanındayken sıkılıyorum sanmayın. İlginç ve komik hikayeleri de vardır. Bir gece siz de benimle gelmelisiniz. Ay'dan sıkılırsanız başka yerlere de gidebiliriz. Hatta sizi 26.galaksideki şatoma bile götürebilirim! En son saydığımda 2068 odası vardı. Oldukça büyük. Üstelik suyun üzerinde. Sürekli yüzüyor. Bu yüzden her gittiğimde onu farklı bir yerde buluyorum. Bu kadar büyük olmasının bir sebebi de bu. Suyla birlikte sürekli oradan oraya sürükleniyor ve ben de her yerden kolayca görünebilen bir şey inşa ettirdim ki; kaybolduğunda aramak zorunda kalmayayım. 

Aslında geceleri odamda biraz da bilerek uyumuyorum. Yatağımın altındaki yeni evli bakteri çiftinin bir çocukları oldu ve en ufak sesten bile etkileniyor. Ben de onu ürkütmek istemiyorum ve aslında benim için de değişiklik oluyor. 

Bir keresinde çok garip bir şey oldu. Tam gökyüzünün 45.katını çıkarken ip koptu. Birden panikledim ve hiçbir şey yapamadım. Sürekli aşağı düşüyordum. Böyle bir şey başıma ilk kez geliyordu çünkü ve açıkçası biraz da korkmuştum -bu da aramızda kalması gerekenlerden biri-. Böyle bi' 10 kat falan düştüm sanırım. Sonra heyecanım azaldı ve kanat çırpmaya başladım. Sonra yükseldim yükseldim yükseldiiiiim... Çoban Yıldızı'yla göz göze gelecek kadar yükseldim. Biliyor musunuz, hiç yanından ayırmadığı bir kavalı vardır ve onu takip eden bir yıldız sürüsü. Ama yanındaki yıldızlar o derece küçükler kiii. Düşününce komik geliyor, farkındayım. Hatta şu an salak salak sırıtıyor bile olabilirsiniz bu kadar aptalca konuştuğum için -ya da içinizdeki çocuk çoktan ölmüştür ve somurtarak ekrana bakıyorsunuzdur-. Ama durum bu. Genelde herkes şu sıradan hikayeyi bilir; çobanlara yol gösterdiği için adı çoban yıldızıdır falan. Hayır! O aslında gerçek bir çoban. Ve ben güttüğü küçük yıldızlarından tozlar toplayıp ip haline getiriyor ve kendime kazak örüyorum. 

Herneyse, çok uzattım. Merdivenin inmesine hala birkaç dakika var ve ben beklerken sıkılıyorum işte. Belki bu gece de bir değişiklik yapar ve merdiveni kullanmam. Kendime bir ağaç kovuğu bulur ve orada kitap okurum sabaha kadar. Ve eğer şanslıysam yağmur yağar ve böylece beni rahatlatacak bir müziğim de olur. Sonra sabahın ilk ışıklarıyla gökkuşağı belirir ve ben turuncuyu takip ederek buraya dönebilirim. Belki de dönmem.

3.

Kelimelerin ucuzluğu mu karşılamıyor da susuyorum, yoksa karşımdakinin ucuzluğu mu susturan beni, emin değilim açıkçası. O kadar çok şey söylemek istiyorum ki. Bi' o kadar çok kişiye... Her lafın muhattabı üstüne alınsın istiyorum, ayrı ayrı. Çünkü hepsi aslında çok değerli insanlar. Daha da doğrusu, geçmişte öyleydiler. Geçmiş zamanda değerliydiler ve geçmiş zamanda insandılar...

Birine "iyi ki doğdun" diyebilmek istiyorum, gerçekten hissederek, "iyi ki yanımdasın"... Bir diğerinden de özür dilemek belki de, hayatıma girmesine izin verdiğim için.

Keşkelerim yok. Daha çok iyi ki vardılar. Ve... Şimdiyse iyi ki yoklar.
Biliyorum, büyük pişmanlıklar değil bunlar. Küçük insanların peşinden sürüklenen küçük parçalar. Bütün sorun "-lar" ekinde aslında. Bir şeylerin çoğullaşarak ağırlaşması kısaca.

-Bir şeyin çoğullaşarak her şeyleşmesi.

2.

Gece ve denizin yolu hafif sallanarak yüzen bir kayıkta kesişiyor. Su, deniz için fazla sakin. Bir göle daha çok yakışabilirdi oysa ki. Düşüncemden haberdar gibi görünen bir dalga sarsıyor kayığımı, ıslanıyorum. Elimi yüzeyinde gezdiriyorum. Beni hissetmişçesine sakinleşiyor su. Etrafta yansıma yapacak kadar bile ışık yok. Renkler de yok bu yüzden. Kayığım, üzerimdeki kıyafetler ne renk; bunları bile göremiyorum. Sadece gökyüzündeki parlak sarı noktalar var. Bu kadar uzakta oluşlarına üzülüyorum. Yine de yanlarına gitmek gibi bir düşüncem yok. Su, yetiyor. Bilmiyorum. İnsan böyle bir yerde yalnızlığı daha iyi hissedebiliyor. Öyle herkesin sevebileceği bir şey değil bu. Ama ben seviyorum. Yalnızlığı ve kendimle baş başa kalmayı. Aslında yalnızlığı sevmeyen bir bakıma kendini de sevmiyordur. Düşündükçe daha da mantıklı geliyor bu cümle. Rüzgarın yeni farkına varıyorum. Sanırım mevsim yaz; ılık bir hava dalgası tenimi yalayarak esmeye devam ediyor. Şimdi başka bir şeye bakıyorum. Uzaklarda. Önceleri yıldız sandığım, küçük, parlak, sarı bir nokta. Yanıp sönüyor artık. Bir deniz feneri! Gidip bakmak istiyorum ama çok uzakta. Kayığın zeminine uzanıyorum, belki diyorum, uyandığımda yanında olurum.

1.

"Tembellik her şeyi derinden anlamanın, bilinçli olmanın doğal bir sonucudur." diyor Dostoyevski. Haklı. Tembelim, ama her şeyin mantıklı bir açıklaması var işte. Bana inanmıyorsanız, Dostoyevski'ye inanın.